2024

Manifold | Bihter Sabanoglu

Başarılı Bir Performans İçin Gerekenler:&nbsp,
Bay Maurel, Çimiskis, Ölüm Nöbeti Böceği

Manifold | Bihter Sabanoglu

I.&nbsp,Performans Öncesi: Basınç Düşüyor, Hava Bulutlanıyor

“İlk bakışta, dış sıcaklık kendi yüzey sıcaklığıyla aynı olduğunda kişinin bir sıcaklık hissi duyması garip görünebilir.”

Sanatçı Gözde Mimiko Türkkan’dan beklenmedik bir teklif aldım. 9 Eylül 2022 tarihinde, Union Française binasının ikinci katında kendisiyle bir performans gerçekleştirmemi istiyordu. Davetliler önünde olağan boks maçı kriterlerine uyan bir Muay Thai dövüşü yapacaktık: Üç dakikalık beş raunt, aralarda iki dakikalık dinlenme süresi. Olası bir sakatlık durumunda müdahale edebilecek sağlık personeli, ring kenarından taktik veren bir antrenör, kazanan ya da kaybeden olmayacaktı. Mimiko raunt aralarında önceden hazırladığı metinleri okuyacaktı. Yazdıkları genellikle Tayland boksundan hayatını kazanan kadınları ve trans bireyleri konu alıyordu, kulağa gülünç gelen sahne isimlerinin (Mermi Valentina, Zorba Ronda, Acının Prensesi Lucy, 12 Kalibre Paige, Alımlı Katil İman, Demir Diz Nong Rose vs.) art arda yüksek sesle söylenmesiyle başlayan okuma, rauntlar ilerledikçe dövüşçülerin yaşadığı zorluklardan dem vuracak, cinsiyet değiştirdiği için ailesi tarafından dışlanarak bu işe yönelmek zorunda kalanlardan, fuhuştan kaçanlardan, açlıkla boğuşanlardan bahis açacaktı. Benim rolüm ikincildi, metinsel yaratım ya da kavramsal altyapıya dair bir katkıda bulunmayacaktım. Yazar kimliğimle bağlantılı en ufak bir beklenti yoktu. Sesim duyulmayacak, kalemimden çıkan herhangi bir kelime okunmayacaktı. Yalnızca bedenimi kullanarak performansın bir parçası olmam isteniyordu. Salt kollarımdan, bacaklarımdan, gövdemden, başka bir deyişle bu merkez ve uzuvlarının üretebileceği tekmelerden, yumruklardan, Tayland boksunda bolca kullanılan ve tehlikeli bir hâl alabilecek diz ve dirsek darbelerinden ibaret bir varlıktım. Performansın küratörlüğünü sansasyonel işleriyle bilinen Halil Altındere üstlenecekti. Muhteviyatsız bir otomata dönüşmemin talep edildiğini iddia edemem, üzerinde önceden mutabakata varılmış koreografik hareketler sergilemeyecek, bedenlerimizde kalıcı bir sakatlık bırakacak kadar sertleşmemek şartıyla özgürce dövüşebilecektik. Muay Thai dövüşçülerinin göz alıcı renklerdeki şortları ve sporcu sütyenlerinden şimdiden birkaç tane satın alınmış, saçlarımıza boksör örgüsü yapması için kuaförle anlaşılmıştı. Teklifi kabul etmem durumunda üzerinde kısa süre içerisinde karar kılmam gereken tek konu, soyunma odasından ringe çıkana kadar giyeceğimiz bornozların arkasına işlenmesi için seçeceğim sahne ismiydi. Mimiko, Mimiko olarak dövüşecekti.

Ağustos ayının sonlarıydı, lenslerim havadaki su buharını vakumladıkça gözlerime daha sıkı yapışıyordu. İnsanlar nemli havalarda genellikle boğazları sıkılır gibi hisseder ama gözlerin içeriden sıkışması, göz kapağının göz çukuruna doğru itilmesi çok daha vahim bir durum ve son derece ürkütücü bir histir. Böyle havalarda, gözlerimin on bir derece miyop olması beni daha da üzer. Yüzlerce insan önünde gerçekleştirilecek bu performansa dahil olmayı her nasılsa kabul ederken gözlerimin içinde bulunduğu hâl bana başka bedensel mevzuları hatırlattı. Nabzı hızlandıran ağır sportif hareketler yaparken, kalp hızını yavaşlatan anksiyete ilaçlarından alınamayacağını biliyordum. İnsanların önüne Dideralsiz nasıl çıkacaktım? Çok terleyecek miydim? Onca insanın sığışacağı sergi salonunda, performans sırasında sıcaklık kim bilir kaç derece olacaktı?

Eve döndükten sonra biraz araştırma yaptım ve internette sayfadan sayfaya atlarken Christoph&nbsp,G.&nbsp,Zlatarov adında bir bilim insanının&nbsp,Du&nbsp,Zéro&nbsp,Physiologique, yani&nbsp,Fizyolojik&nbsp,Sıfır&nbsp,Üzerine&nbsp,kitabıyla karşılaştım. “Fizyolojik&nbsp,sıfır” terimini hiç işitmemiştim, insan vücudunun ne sıcaklık ne de soğukluk hissi duyduğu ısı derecesine verilen isim olduğunu öğrendim. Bu değerin, vücut ısısından birkaç derece daha düşük olduğu ve çevredeki ortamın niteliğine göre değişiklik gösterdiği anlatılıyordu.&nbsp,Literary&nbsp,Digest’te kavram üzerine çalışan başka bir fizikçi, Maurel, eleştiriliyordu: “Bay Maurel fizyolojik sıfırı, farklı sıcaklıklardaki banyolara vücudunu daldırarak belirlemiştir, ancak kendi vücut yüzey sıcaklığını doğrudan ölçmüş görünmemektedir.&nbsp,&nbsp,Bunun yerine kendisinden önce çeşitli otoriteler tarafından yapılan ölçümlere dayanmaktadır. (…) Bu nedenle, dışarıya veya içeriye doğru olan ısıl radyasyon fenomenleri… nem gibi etkenlerle… vücudun kimyasal faaliyetleri …dokuların iletkenliği gibi… faktörlere yanıt verebilir.”

Kendi fiziksel sıfırım hakkında düşünürken terlemeye başladım. Ağustos sonunda, politik sebeplerle İstanbul’dan Venedik’e alınmak zorunda kalınan Bizans Çalışmaları Kongresi’ne katılacak ve bienali de gezdikten sonra eylül başında dönecektim. Biraz dinlenip ikinci romana başlamanın hayalini kurarken, şimdi döner dönmez dövüşmem gerekecekti. Kendimi Bizans’ın asker imparatorlarından, gücüyle ün salmış Iōannēs Tzimiskēs olarak hayal edip gülümsedim. Ermeni vakanüvis Edessalı Mateos’a göre, Tzimiskēs (Ermenice Çımışgik) aslen Çemişgezekliydi. Şehre de bu sebeple “Çımışgik’in doğum yeri” anlamına gelen isim verilmişti. O da benim gibi sarı-kızıl saçlı ve mavi gözlüydü. Sahne adımı Türkçe okunuşuyla Çimiskis koymayı düşündüm, fakat kadın dövüşçü odaklı bir performansta erkek ismi almak uygunsuz kaçacaktı. Beni tanıyanların vahşiliğimin müsebbibi addettiği ve mensubu olduğum etnik gruptan esinle, biraz da Frankofon kimliğime gönderme yaparak “La Tatare” isminde karar kıldım.

II.&nbsp,Performans günü: Terleme, Yapışkanlık, Solunum Güçlüğü, Küf Riski, Elektrikli Cihazlarda Sorunlar

“Basık hava genellikle gökyüzünde bulutlu bir görünümle, düşük basınç alanlarıyla ve yüksek nem oranıyla ilişkilidir. Basık havada insanlar genellikle nefes almakta zorlanır, halsizlik hisseder veya baş ağrısı yaşayabilir. Bu koşullar havanın oksijen seviyesindeki düşüş ve yüksek nem nedeniyle insan vücudu üzerindeki stresin artmasından kaynaklanır.”

Performansın vuku bulacağı basık eylül akşamı Tomtom Mahallesi’ndeki evimden çıkıp, sokağımı İstiklal Caddesi’ne bağlayan, neredeyse 45 derece diklikteki Postacılar Yokuşu’nu tırmanarak Union Française binasına doğru yürümeye başladığımda bedenimin hiç olmadığı kadar farkına varmaya başladım. Daha önce boks, tekvando gibi farklı disiplinlerde müsabakalara çıkmıştım. Fakat tamamen sportif bir çerçevede yapılan ve tüm amacı karşıdakinin hamlesini zihinsel ya da fiziksel reflekslerle önceden tahmin ederek bir adım önüne geçmekten ibaret olan bu karşılaşmaların, deneyimli bir sanat izleyicisi kitlesinin önünde gerçekleştirilecek bir performansla alakası yoktu. Bu kez bedenim, şekillendirilebilecek ve sanata dönüştürülebilecek bir malzeme hâline gelecekti. Hava ve yaklaşan performansın stresi göğsümü bir mengene gibi sıkıştırıyordu.&nbsp,

Kurosava’nın&nbsp,Düşler&nbsp,filminde küçük bir çocuk sıcak ve yağmurlu bir havada kendisini eve çağıran annesine itaatsizlik ediyor ve dışarıda kalmak için ayak diriyordu. Annesi gökyüzüne bir göz atıp tekinsiz bulutların yaklaştığını fark ediyor ve çocuğa bir an önce içeri girmesi gerektiğini, aksi takdirde evlilik ritüellerini tam da bu havalarda gerçekleştiren&nbsp,kitsune’lere yakalanarak lanetlenebileceğini söylüyordu. Annesini dinlemeyerek yeşilliğe ve ıslaklığa doğru hipnotize olmuşçasına çekilen çocuk, ağaçların arkasına saklanarak, insan biçimini almış tilkileri gözlüyordu. Bir süre sonra tilkiler çocuğun varlığını fark ediyor ve görmemesi gereken şeylere tanık olduğu için kendisini öldürmesi gerektiğini belirterek annesine bir seremoni bıçağı bırakıyorlardı.

Dövüşün yapılacağı binaya büyülenmişçesine ilerledim. “Union Française” yani “Fransız Birliği”. Mimar Alexandre Vallaury’nin son dönem eserlerinden. Üç katlı, kâgir bir neoklasik yapı,&nbsp,Belle&nbsp,Époque&nbsp,tarzı, enine üç parçaya bölünmüş parselin ortasında büyük bir hol, yanlarda toplantı odaları, kitaplık, ofisler. 9 Şubat 1894’te Léon Berger’nin İstanbul’daki Fransızlara hitaben kaleme aldığı ve “Ey hemşeri! Konstantinopolis’teki tüm kolonilerin toplandığı birer binası var, neden Fransızların da olmasın?” minvalinde bir cümleyle başlayan mektubu aracılığıyla temelleri atılmış. “Danslı aile geceleri”nin ev sahibi, Salı Kahvaltıları Dostluk Cemiyeti, Ticari Coğrafya Topluluğu gibi şüpheli isimler taşıyan derneklerin buluşma mekânı.

İçeriye girdiğimde telaşlı bir görevli tarafından karşılandım. Giriş katında bir su ısıtıcısı, hazır kahve paketleri ve çay poşetlerinin durduğu bir odayı göstererek burada üstümüzü değiştirebileceğimizi söyledi. Mimiko ile üç metrekarelik bir mekânda ter içinde kalarak dövüş kostümlerimizi giydik: yükseğe tekme atmaya imkân veren, yanları yırtmaçlı Thai şortu, sporcu sütyeni, kaval kemiği koruyucusu, boks eldiveni ve dişlik. Mimiko deri ringde kaymamak için bir çeşit çorap da kullanıyordu.

Yukarıya çıktığımızda yüzlerce kişinin bizi beklediğini görünce büyük bir şaşkınlık yaşadım. Üst kattaki balkondan dahi insanlar sarkıyordu, tezahürat yapıyor, fotoğraf çekiyorlardı. Sanatçılar, sanat eleştirmenleri ve cemiyet hayatı addedilen güruhtan bolca izleyici vardı. Demek ki insanlar bir sergi mekânında gerçekleşecek bu dövüş/performansı merak ediyordu.

Performanstan hemen önce başka bir odada Mimiko ile ısınma hareketleri yaptık. Salonun ortasına kurulmuş gerçek deriden dövüş ringi spot ışıklar altında parıl parıl parlıyor, ringin ortasında küratör Halil Altındere ve koleksiyonun sahibi Agah Uğur işin arka planını izleyiciye aktaran bir konuşma yapıyordu. Elbette daha önce katıldığım sportif müsabakalarda böyle estetize edilmiş sahneler yaşanmazdı. Bu tür turnuvalar genelde kenar mahallelerde yapılır, kırmızı saten bornozlar, parlak sahne kıyafetleri vermez, sizi organik çikolatayla beslemezler. Kore’nin Jeollabuk-do eyaletinde düzenlenen tekvando turnuvasında, beyaz&nbsp,dobok’umu giydikten sonra holde yirmi kişinin arasında ayakta dövüş sıramı beklemiştim. Paris’in bir banliyösünde yapılan sanda (Thai boksa benzeyen ama yumruk ve tekme dışında fırlatma ve süpürme tekniklerinin de uygulandığı bir spor) maçına ise bir eşofman altı ve tişörtle çıkmıştım. Maç sonunda kaybetmeyi hazmedemeyen rakibim elimi sıkmadan küfrederek ringden inmişti.

Ringden salona baktım. Hava hafif buharlıydı. Saçlarım kılcallaşıyordu. Romanım&nbsp,Şüpheli Şeylerin Keşfi&nbsp,henüz yayımlanmıştı, durumu mütemadiyen edebiyatla karşılaştırmaktan kendimi alamıyordum. Performans genel çerçevesiyle bir yazılı eser ise, metin Mimiko ve bendik, bedenlerimizdi. Ancak aklımdaki bir kitap değil, bir keşişin karalamalar, çizimler, minyatürlerle doldurduğu bir el yazmasıydı. Metin bedenlerimizdi, hareketlerimizle onu şekillendiriyor, uzatıyor, kısaltıyor, duraklatıyor, yeniden başlatıyorduk. Mimiko’nun raunt aralarında, ana metnin dışında kalacak şekilde, hem de ringin çeperinde, yani marjininde okuduğu yazılar derkenar görevi görüyordu. Toplumun marjinalize ettiği insanlardan, dövüşçü kadınlar, seks işçileri,&nbsp,lady boy&nbsp,adı altında fetişize edilen bireylerden bahseden bu metinler, performansın&nbsp,marginalia’sı, Türkçesiyle derkenarıydı. İzleyiciler dahi bağırış çağırışlarıyla bu el yazmasına notlar ekliyordu. Ne de olsa performans, bir spor kanalında çalışan ekip tarafından hem tavana hem de salonun muhtelif yerlerine yerleştirilen kameralarla kaydediliyordu. Tekrar tekrar izlenebilecek, çoğaltılabilecek, dönüştürülebilecekti. Ben ağzımı açmadım, gözlemledim ve performans kapsamındaki görevimi yerine getirdim. Maç bitiminde ringe bir kadeh şampanya söyledim.

III.&nbsp,Performans Sonrası: Higroskopi ve Haşerat

“Küf, kırmızı çürüklük, böcek zararları ve metal parçaların korozyonu, kitap koleksiyonları için en endişe verici bozulma türlerinden bazıları olabilir ve bunların hepsi doğrudan veya dolaylı olarak bağıl nem seviyeleriyle ilişkilidir. Bu nedenle, depolama alanlarındaki bağıl nem seviyeleri, kitap koleksiyonlarının uzun ömürlü ve sağlam kalması için kritik bir unsurdur.”

Performans gecesinin yarattığı manik hâl geçtikten sonra, el yazması ve insan bedeninin ortaklığı fikri üzerine yeniden düşündüm.

Hem insanlar ve hem de el yazmaları higroskopiktir. Higroskopi, bir maddenin çevresindeki nemi veya su buharını tutma özelliğidir. Bedenimiz, özellikle cilt ve solunum yolları, havadaki nemi emebilir veya dışarı verebilir. Bu özellik vücut sıcaklığını düzenlemede de rol oynar. Elbette beden gibi el yazmalarında kullanılan malzemeler de higroskopiktir, papirüs hafifçe, parşömen ve kâğıt ise yoğun biçimde nemden etkilenir. Kâğıt ve parşömen nem arttığında şişer, azaldığında büzüşür. Her iki malzeme de nem yüzünden çatlayabilir, yüzeylerinde dalgalanmalar oluşabilir ve yapısal bozulmalar meydana gelebilir. Buna bağlı olarak, içerdikleri metinlerde de dejenerasyon, solma ve mürekkep akması gibi sorunlar görülebilir.

Bir de böcek meselesi vardır tabii. Nemi absorbe etmiş kâğıt, böcekler tarafından açgözlülükle didiklenir, parçaları, görünüşleri tiksinti uyandırabilecek bu yaratıkların sindirim sistemlerinden geçerek yeniden doğaya karışır. Kitaplara ve el yazmalarına musallat olan böceklere komik isimler verilir: Nişasta oranı yüksek kâğıtlara düşkün, doyumsuz haşere “gümüşbalığı böceği”, uluslararası üne sahip “kitap biti” ve aralarında en ilginç isme layık görülen “ölüm nöbeti böceği”. Bu en son zikrettiğim türün yetişkinleri, çiftleşecek bir eş bulmaya çalışırken, eski evlerin çatı kirişlerinde, özellikle yaz gecelerinde duyulabilen ve saat tik taklarına benzeyen bir ses çıkarır. Bu ses, duyulabildiği ortamlar göz önüne alındığında, genellikle sessiz ve uykusuz gecelerle ilişkilendirilir. İnsanlar bir başka bağlantı daha icat eder ve uykusuz gecelerin, son nefesini vermekte olan birinin başında tutulan nöbetten kaynaklanabileceğini hayal ederek bu haşerata “ölüm nöbeti böceği” adını takar. Performans sırasında terlediğimde, vücudumdan fışkıran su ve tuz dolu sıvıya üşüşen bakterileri, besleyici kâğıda saldıran böceklere benzettim. İnsan bedeni de bir el yazması gibi nemi tutuyor ve nemin doyurup beslediği tüm o yaratıklara yem olabiliyordu. İkisi arasında daha genel benzerlikler de vardı, hem kâğıt ve parşömen, hem insan bedeni, yaşlanma belirtilerini apaçık gösteriyor, kırışıyor, şişiyor, büzüşüyordu. Canı isteyen, ikisinin de üzerinde izler bırakabiliyordu. Bir el yazması okurun özgürce yorumlayabileceği bir metin mahiyetindeyken, bir insan bedeni de farklı açılardan bakıldığında yeni anlamlar kazanabiliyordu, tıpkı performans sırasında Mimiko’nun ve benim bedenlerimizin birer metne dönüşmesi gibi. Vücutlar el yazmalarıyla aynı kırılganlığı ve bakıma muhtaçlığı da paylaşıyordu.

Artık performansın üzerinden iki seneden fazla zaman geçti. Bedenim atmosferden yeterince partikül, tortu, toz, kurum ve endüstri artığı topladı. Şimdilerde kâğıdı, elle yazılanları, yazma eyleminin kendisini ve bedenlerde oluşan izleri hayatın merkezine alan yeni romanım üzerinde çalışıyorum. Tek gereken, biraz daha fazla nem.